Maçka’nın 17 km. güneyinde Altındere köyü’nde, Meryemana (Panagia) deresinin batı yanında, Mela Dağı’nın deniz seviyesinden 1,150 m. yükseklikteki kayaları oyarak ve doğal mağaralardanda faydalanılarak yapılmış manastırın adı “Sümela”, Rumca karanlık, siyah anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir. Karadenizli hristiyan Rum’lar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman "stou mela" derlermiş, bu zamanla Sumela'ya dönüşmüş. Bu da ikona neden Panagia Soumela denildiğini açıklamaktadır. Bu yüzden manastıra “Karadağın (Mela dağının) bakiresi”de denilmektedir. Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki keşiş rüyalarında, Hz. İsa’nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas’ın yaptığı üç Panagia ikonundan , Meryemin İsayı kollarında tuttuğu ikon Evangelist St. Luke'un yaptığı üç Panagia (Meryemana) ikonundan , Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden habersiz ayrı ayrı yerlerde görmüşler, deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler ve gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmışlardır (Bunlardan biriside Kıbrıstaki Kykko manastırındadır). Bundan sonra rüyalarında gördükleri bu yeri aramışlar ve en sonunda Maçka Altındere vadi’sinde, Karadağın 300 m. yüksekliğindeki sarp yamacında buldukları mağarada karar kılmışlardır. Mela dağının sarp kayalığında, bu küçük mağaranın, yüzyıllar boyunca, kayaların sabırla oyularak büyütülmesi ile bugün gördüğümüz kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır. Yapımına ne zaman başlandığı kesin olark belli olmamakla beraber M.S. 375-395 yılları arasında, Anadoludaki sayısız örneği gibi Kapadokya stili inşa edildiği sanılmaktadır. Kilisenin kuruluşundan itibaren yaklaşık 1.000 yıllık tarihi karanlıktır. Manstırı ancak Trabzon İmpartorluğu döneminden sonra incelemek mümkündür. Trabzon İmparatoru, Büyük Komnenoslarından 3. Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu olduğunu fresklerde ön plana çıkartılmasından anlıyoruz. 3. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirerek, 17 m. yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14m genişliğinde 72 odalı bir tesis yaptırmıştır. İmparator 3. Alexios 1361 yılında bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Horuluoğlu’nun “Bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilişkili kabul edilmektedir” yorumuna katılmıyorum. Aynı güneş simgesi Pontus İmparatoru “Mithridates” in bin yıl önceki sikkelerinde de görülmekte olup “Mithra” Işık tanrısına ait eski bir kültün izidir. 1365 tarihli vakfiyesi ilede manastırın bütün idaresini arazisini, gelirlerini düzene koymuştur. Sümela 14.yüzyıldan sonra stratejik bir öneme haiz olmuştur. Herhangi bir düşman saldırısında burası ileri karakolu vazifesini görmüştür. Trabzon'u Türkler aldıktan sonra, Osmanlı Sultanları bu manastır ve manastırın haklarına dokunmamışlardır. Hatta Yavuz 1. Selim (1512-1520) Trabzonda ki şehzadeliği zamanında iki büyük mumu buraya hediye etmiştir. Ayrıca Sultan Mehmed'in bir fermanı, 2.Beyazıd, 1.Selim, 2.Selim, 3.Murad, İbrahim, 4.Mehmed, 2.Süleyman ve 3. Ahmed'in fermanlarıda bulunmaktadır. Sümela bilhassa18. yüzyılda Voyvodaların himayesğinde gelişmiş ve bir çok kısımları yeniden tamir ettirilmiş, İgnastios adında bir papaz 1749 duvarlarının bütün satıhlarını yeniden fresko ile süsletmiştir. Trabzon'un 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918 e kadar süren Rus işgali sırasında, Pontos Krallığının yeniden ihyası için el altından yapılan teşkilatlanma da burası üs olarak kullanılmaktadır. Bu dönemde Rus araştırmacı Upjenski manastırda inceleme yapmıştır.
1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra, Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu Polycarpos Psomiades , Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.
Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım 1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler. Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.
Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.
Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın girişinde sağ taraffta "Sümela kitaplığı" yazılı kütüphanesi bulunmaktadır. Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı kaybolmuştur.
Aşağıda tam kayanın sol tarafında mutfak ve tabii çeşme bulunmaktadır. Bu çeşme kısmı bugün harap olmuş ve kullanılmamaktadır. Mutfak kısmının üzeri tonozlarla örtülüdür. Yapının kemer bağları taştan olup, yapı iki taraftan aydınlatılmaktadır. Şu anda görülmesi mümkün olan fresklerin bir çoğu 1710 ve 1740 tamiratından bugüne kadar gelebilmiş olanlardır.
Asıl kilise fresklerle kaplanmıştır. İçeride mağaranın güney bölümünde kayaya oyulmuş duvar hücresi bulunmaktadır.Dışarıda 18. yüzyıldan kalma bir zamanların kapellası olan bir kilise vardır. Kiliseye yakın doğu cephesinde giriş yolu, manastırın çan kulesi ile desteklenmiştir. Çan kulesinin hemen yanında günah çıkarma yeri bulunmaktadır. İçindeki freskler halen sağlam gözükmektedir. Yukarı kısımlarda ise, keşiş odaları ve küçük kiliseler mevcuttu. Asıl kilisenin kapısında 1741 Haldiye’li (Kuzey Gümüşhane) Mişobu (Papazbaşı) emriyle tamir ettirilmiştir yazılıdır.
Manastır iç ve dış duvarlarında bulunan freskler, toprak boyası ve eski taş yosunu gibi ilkel boyalardır. Ana kilisenin güney duvarındaki belirli belirsiz tasvirleri, Komnenosları Fallmerayer ve Kyriakides tanımlamıştır (soldan sağa): 3.Manuel (1390-1417), babası 3. Aleksios (1349-90), ve 3.Aleksios’un oğlu 4. Andronikos. Bu freskler 1376-1390 tarihleri arasında yapılmış olmalılar. 1970’li yıllarda kilisenin kuzey duvarındaki fresklerin altından çıkan fresklerin çok daha eski döneme ait olduğu ortaya çıkmış. Bu eski fresklerde kullanılan renkler yeşil, pembe, açık maviymiş. D.Winfield 1970’lerde anakilisenin dışında kuzey duvarında üstüste yapılmış 3 tabaka freskten en alt tabakayı incelemiş ve Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiş. Eğer bu teori gerçekse manastırın 1260’larda ve 3. Aleksios’tan önce inşa edildiğini kabul etmek gerekecek. Özkan Tüfek (Sümela, Meryemana,İstanbul 1978, 38-39) manastırın dört şapelinden 1893’den beri kayıp olan şapeli 100 m. kuzeyde bulur ve fotoğraflarını çeker. Şapeldeki fresklerin 12.yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu bulgu da manastır ve fresklerin yapım tarihi konusunda kafaları iyice karıştırmıştır.
Horuluoğlu 1978’ de kilisedeki diğer freskleri şöyle tanımlamıştır: “Asıl kilisenin apsid kısmında, güney duvarında ; yukarıda: Meryem'in doğuşu ve Mabete sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı ;altta: İncilden resimler. Güney kapısında Hz.Meryem'in ölümü ve havariler. Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada :Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılşışı, Allah'ın tembihi, İsyan ( Adem ile Havvanın yasak meyvyi yemeleri) Cennetten kovulma. 3.sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü. Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır”
Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer (1790-1861) 1831-34, 40-42, 47-48, yılları arasında Ortadoğu ve Anadolu’yu karış karış gezmiş, Trabzon izlenimleri, karanlık bir dönemin aydınlanmasında yardımcı olmuştur. Yazarın 1840 yılında gerçekleştirdiği Sümela manastırı gezisi sonrasında “tüm dünyada, Kolhis’in Mela dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” diyecek kadar yapıdan etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanısıra Batı dünyasının Ortodoks hristiyanlara ve doğululara ilişkin oryantalist ve küçümseyici bakış açısı yazarın her satır arasında kendini göstermektedir. Havari Lukas’a ait olduğu ileri sürülen ikona ve Komnenosların fermanının yukarıda bahsi geçen hikayesine ilişkin ilginç detayları da Fallmerayer’in anıları sayesinde öğreniyoruz.
“...Başrahip bizi sıcak karşıladı, bize yol gösterici olarak davrandı ve manastırın kudsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları sade ve huzurluydu. Binanın yüksek katları onlara ait olup hizmetçilerin adaları odunluk misali küçük hücrelerdi. Hassa ve münzevi insanlar için manastır bulunmaz bir sığınak gibiydi. Binanın yapımı hiç de düzenli bir şekilde olmayıp birbirinden alçak, gelişigüzel bi biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı; tavandan bir kuyuya damlayan bir gözden sağlanırdı. Sonraları Trabzon’lu bir zengin tarafından yaptırılan su yolu vasıtasıyla manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.
Mabedin yabani ve tuzlu duvarları 1360’lı yıllarda güzel fresklerle süslenmişti. 3.Aleksi ve oğlu 3.Manuel ve kadınlar manastırı Theoskepastos’da gömülü olan evlilik dışı Andronikos, bu manastırı restore edip süsleyen, kitabelerle dontan kişilerdi. Bu freskleri incelerken yanımda olna papazın sabrı tükendi ki bana daha iyi izahat vermeye başladı. Bu freskler ve incil tasvirlerinin havari Lukas’In elinden çıkmış olduğunu söyledi. Papazın bu izahatı canımı sıktı. Gerçekte ise incil tasvirleri, Kapadokya kiliselerinde de mevcut olan yavan bir Bizans sanatçısının eserleriydi.
Papaz, Meryem ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan bu ikonayı getirdiler. Bir tahta parçası üzerine Grek zevkine göre bir Bizans’lı tarafından yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi. Papazların düşüncesine göre bu ikona, Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı. Gümüş bir çerçeve ile çevrilmiş ikona, Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi. Bunun kredisiyle papzlar geçinir ve manastırın çevresinde de bir kutsal koruyucu olarak algılanırdı. Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’Nun içlerine kadar yaygın olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve hristiyanlar birlikte bütün Kolkid çevresi olduğu gibi Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar akın kın buraya gelip hediyeler ve kurbanlar sunarlardı. Sabahın erken saatlerinde akrabalarıyla birlikte, Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman kadınları da gördüm.
Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla, papazlarınbeslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştı. Bununla yetinmeyen bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla akçeler elde etmişlerdir. Trabzon’da bulunduğum zamanlarda, böyle bir dilenci papazı Kayseri’De öldürüp 40.000 guruşunu almışlar, yapılan araştırmalar sonucunda paranın bir kısmını geri alabilmişlerdi.
Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’Nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası olarak kabul edilen ve 3. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela’ya hediye edilen gümüş kaplamalı bir de haç vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılırdı.
Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra baş keşiş ile beraberonun dairesine çıktık. Biraz sonra oraya manastırın idarecilerinden iki kişi ellerinde Aleksios’Un fermanı ile geldiler. İşte uğuna bunca masraf ettiğim ve çok uzaklardan gelldiğim; siyah, kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş paçavra. Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığım, imparatorun ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış metni okumaya çalıştığım zamangösterdiği aceleciliği anlayamadılar. Ferman ipek kağıttan olup bir ayaktan daha geniş ve on sekiz yirmi ayak uzunluğundaydı. Bu muhteşem tasvirlerin altında sallanması gereken altın mühürler, hangi zamanda bilinmez, kaybolmuşlardı. Satırlar arasında geniş aralıklar bırakılmış ve kelimeler üstündeki çizgiler bilhassa uzun ve bariz şekilde gösterilmişti. Buna rağmen okumak o kadar zordu ki, fermanın cümle teşkil tarzınınve satırlarının kopya edilmesi için beş altı gün çalışmak gerekiyordu. Çok şükür ki fermenın yanında, Doğunun dört patriği ve diğer yüksek rütbeli din adamları tarafından imzalanarak onaylanmış, işlek ve okunaklı bir yazıyla yazılmış bir kopyası vardı. Ancak keşişler bunun içeriğine üstünkörü bir göz atmama bile izin vermediler ve hele onaylı nüshayı, asıl fermanl akarşılaştırmak istediğim zaman sabırları büsbütün taştı ve böyle eski kağıt parçalarına aşırı derecede değer veren biz Frenklerin garip hevesleri konusunda kendi aralarında ilginç konuşmalar geçti. Ben manastırın idarecisine fermanı geri verdim ve gayet sakin bir eda ile ve Türkçe olarak: “Karabaş; sen ne söylersin. Senin aklın dairesinden çıkmış. Frenk memleketlerinde bu şey hem para, hem ikram verir, şeref kazandırır” dedim. Başkeşişin yüzü hafifçe kızardı ve toplantımız bugünlük bitti...
Başkeşiş, öğleden sonra beni kütüphaneye götürecekti. İlk merakım tatmin olmuş, fakat henüz bir şey elde edememiştim. Bu ara, keşişlerin öğle uykusundan sonra baş keşişin dairesine, yani oturup yattığı yere gittik...Kapı açılınca, canı sıkılarak odanın ortasında duran tahta bir sandığın üzerine oturdu ve yerde dağınık vaziyette bulunan kitapları birer birer kenara koymamızı seyretti. Bunlar arasında bulduğumuz birkaç el yazma bizim için önemsiz parçalardı ve bizim özellikle aradığımız Komnenoslar devrine ait tarihi vesiklardan eser yoktu. Bu arada çoğu doğu Avrupa baskısı iki yüz kadar kitap ve risale saydık.
Keşişlerin ifadelerine göre; Komnenoslar tarafından verilmiş başka fermanlar ile beraber, yetmiş sene evveline kadar manastırın arşiv dairesinde muhafaza ettikleri bu ferman, son yangından kurtarılabilen son fermandır. Bunun üzerine benzer felaketlerden korumak için fermanı, diğer kıymetli eşya ile demir bir sandık içinde muhafaza etmeye başlamışlardı...” (Ömer Şen, 1840’da Sümela Manastırı’na Yolculuk, Trabzon Tarihi, 1998, 163-70). Sümela, sümela, manastırı, manastırı, sümela manastırı, meryem ana, maçka, trabzon
1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra, Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu Polycarpos Psomiades , Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.
Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım 1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler. Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.
Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.
Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın girişinde sağ taraffta "Sümela kitaplığı" yazılı kütüphanesi bulunmaktadır. Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı kaybolmuştur.
Aşağıda tam kayanın sol tarafında mutfak ve tabii çeşme bulunmaktadır. Bu çeşme kısmı bugün harap olmuş ve kullanılmamaktadır. Mutfak kısmının üzeri tonozlarla örtülüdür. Yapının kemer bağları taştan olup, yapı iki taraftan aydınlatılmaktadır. Şu anda görülmesi mümkün olan fresklerin bir çoğu 1710 ve 1740 tamiratından bugüne kadar gelebilmiş olanlardır.
Asıl kilise fresklerle kaplanmıştır. İçeride mağaranın güney bölümünde kayaya oyulmuş duvar hücresi bulunmaktadır.Dışarıda 18. yüzyıldan kalma bir zamanların kapellası olan bir kilise vardır. Kiliseye yakın doğu cephesinde giriş yolu, manastırın çan kulesi ile desteklenmiştir. Çan kulesinin hemen yanında günah çıkarma yeri bulunmaktadır. İçindeki freskler halen sağlam gözükmektedir. Yukarı kısımlarda ise, keşiş odaları ve küçük kiliseler mevcuttu. Asıl kilisenin kapısında 1741 Haldiye’li (Kuzey Gümüşhane) Mişobu (Papazbaşı) emriyle tamir ettirilmiştir yazılıdır.
Manastır iç ve dış duvarlarında bulunan freskler, toprak boyası ve eski taş yosunu gibi ilkel boyalardır. Ana kilisenin güney duvarındaki belirli belirsiz tasvirleri, Komnenosları Fallmerayer ve Kyriakides tanımlamıştır (soldan sağa): 3.Manuel (1390-1417), babası 3. Aleksios (1349-90), ve 3.Aleksios’un oğlu 4. Andronikos. Bu freskler 1376-1390 tarihleri arasında yapılmış olmalılar. 1970’li yıllarda kilisenin kuzey duvarındaki fresklerin altından çıkan fresklerin çok daha eski döneme ait olduğu ortaya çıkmış. Bu eski fresklerde kullanılan renkler yeşil, pembe, açık maviymiş. D.Winfield 1970’lerde anakilisenin dışında kuzey duvarında üstüste yapılmış 3 tabaka freskten en alt tabakayı incelemiş ve Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiş. Eğer bu teori gerçekse manastırın 1260’larda ve 3. Aleksios’tan önce inşa edildiğini kabul etmek gerekecek. Özkan Tüfek (Sümela, Meryemana,İstanbul 1978, 38-39) manastırın dört şapelinden 1893’den beri kayıp olan şapeli 100 m. kuzeyde bulur ve fotoğraflarını çeker. Şapeldeki fresklerin 12.yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu bulgu da manastır ve fresklerin yapım tarihi konusunda kafaları iyice karıştırmıştır.
Horuluoğlu 1978’ de kilisedeki diğer freskleri şöyle tanımlamıştır: “Asıl kilisenin apsid kısmında, güney duvarında ; yukarıda: Meryem'in doğuşu ve Mabete sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı ;altta: İncilden resimler. Güney kapısında Hz.Meryem'in ölümü ve havariler. Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada :Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılşışı, Allah'ın tembihi, İsyan ( Adem ile Havvanın yasak meyvyi yemeleri) Cennetten kovulma. 3.sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü. Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır”
Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer (1790-1861) 1831-34, 40-42, 47-48, yılları arasında Ortadoğu ve Anadolu’yu karış karış gezmiş, Trabzon izlenimleri, karanlık bir dönemin aydınlanmasında yardımcı olmuştur. Yazarın 1840 yılında gerçekleştirdiği Sümela manastırı gezisi sonrasında “tüm dünyada, Kolhis’in Mela dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” diyecek kadar yapıdan etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanısıra Batı dünyasının Ortodoks hristiyanlara ve doğululara ilişkin oryantalist ve küçümseyici bakış açısı yazarın her satır arasında kendini göstermektedir. Havari Lukas’a ait olduğu ileri sürülen ikona ve Komnenosların fermanının yukarıda bahsi geçen hikayesine ilişkin ilginç detayları da Fallmerayer’in anıları sayesinde öğreniyoruz.
“...Başrahip bizi sıcak karşıladı, bize yol gösterici olarak davrandı ve manastırın kudsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları sade ve huzurluydu. Binanın yüksek katları onlara ait olup hizmetçilerin adaları odunluk misali küçük hücrelerdi. Hassa ve münzevi insanlar için manastır bulunmaz bir sığınak gibiydi. Binanın yapımı hiç de düzenli bir şekilde olmayıp birbirinden alçak, gelişigüzel bi biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı; tavandan bir kuyuya damlayan bir gözden sağlanırdı. Sonraları Trabzon’lu bir zengin tarafından yaptırılan su yolu vasıtasıyla manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.
Mabedin yabani ve tuzlu duvarları 1360’lı yıllarda güzel fresklerle süslenmişti. 3.Aleksi ve oğlu 3.Manuel ve kadınlar manastırı Theoskepastos’da gömülü olan evlilik dışı Andronikos, bu manastırı restore edip süsleyen, kitabelerle dontan kişilerdi. Bu freskleri incelerken yanımda olna papazın sabrı tükendi ki bana daha iyi izahat vermeye başladı. Bu freskler ve incil tasvirlerinin havari Lukas’In elinden çıkmış olduğunu söyledi. Papazın bu izahatı canımı sıktı. Gerçekte ise incil tasvirleri, Kapadokya kiliselerinde de mevcut olan yavan bir Bizans sanatçısının eserleriydi.
Papaz, Meryem ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan bu ikonayı getirdiler. Bir tahta parçası üzerine Grek zevkine göre bir Bizans’lı tarafından yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi. Papazların düşüncesine göre bu ikona, Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı. Gümüş bir çerçeve ile çevrilmiş ikona, Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi. Bunun kredisiyle papzlar geçinir ve manastırın çevresinde de bir kutsal koruyucu olarak algılanırdı. Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’Nun içlerine kadar yaygın olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve hristiyanlar birlikte bütün Kolkid çevresi olduğu gibi Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar akın kın buraya gelip hediyeler ve kurbanlar sunarlardı. Sabahın erken saatlerinde akrabalarıyla birlikte, Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman kadınları da gördüm.
Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla, papazlarınbeslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştı. Bununla yetinmeyen bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla akçeler elde etmişlerdir. Trabzon’da bulunduğum zamanlarda, böyle bir dilenci papazı Kayseri’De öldürüp 40.000 guruşunu almışlar, yapılan araştırmalar sonucunda paranın bir kısmını geri alabilmişlerdi.
Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’Nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası olarak kabul edilen ve 3. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela’ya hediye edilen gümüş kaplamalı bir de haç vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılırdı.
Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra baş keşiş ile beraberonun dairesine çıktık. Biraz sonra oraya manastırın idarecilerinden iki kişi ellerinde Aleksios’Un fermanı ile geldiler. İşte uğuna bunca masraf ettiğim ve çok uzaklardan gelldiğim; siyah, kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş paçavra. Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığım, imparatorun ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış metni okumaya çalıştığım zamangösterdiği aceleciliği anlayamadılar. Ferman ipek kağıttan olup bir ayaktan daha geniş ve on sekiz yirmi ayak uzunluğundaydı. Bu muhteşem tasvirlerin altında sallanması gereken altın mühürler, hangi zamanda bilinmez, kaybolmuşlardı. Satırlar arasında geniş aralıklar bırakılmış ve kelimeler üstündeki çizgiler bilhassa uzun ve bariz şekilde gösterilmişti. Buna rağmen okumak o kadar zordu ki, fermanın cümle teşkil tarzınınve satırlarının kopya edilmesi için beş altı gün çalışmak gerekiyordu. Çok şükür ki fermenın yanında, Doğunun dört patriği ve diğer yüksek rütbeli din adamları tarafından imzalanarak onaylanmış, işlek ve okunaklı bir yazıyla yazılmış bir kopyası vardı. Ancak keşişler bunun içeriğine üstünkörü bir göz atmama bile izin vermediler ve hele onaylı nüshayı, asıl fermanl akarşılaştırmak istediğim zaman sabırları büsbütün taştı ve böyle eski kağıt parçalarına aşırı derecede değer veren biz Frenklerin garip hevesleri konusunda kendi aralarında ilginç konuşmalar geçti. Ben manastırın idarecisine fermanı geri verdim ve gayet sakin bir eda ile ve Türkçe olarak: “Karabaş; sen ne söylersin. Senin aklın dairesinden çıkmış. Frenk memleketlerinde bu şey hem para, hem ikram verir, şeref kazandırır” dedim. Başkeşişin yüzü hafifçe kızardı ve toplantımız bugünlük bitti...
Başkeşiş, öğleden sonra beni kütüphaneye götürecekti. İlk merakım tatmin olmuş, fakat henüz bir şey elde edememiştim. Bu ara, keşişlerin öğle uykusundan sonra baş keşişin dairesine, yani oturup yattığı yere gittik...Kapı açılınca, canı sıkılarak odanın ortasında duran tahta bir sandığın üzerine oturdu ve yerde dağınık vaziyette bulunan kitapları birer birer kenara koymamızı seyretti. Bunlar arasında bulduğumuz birkaç el yazma bizim için önemsiz parçalardı ve bizim özellikle aradığımız Komnenoslar devrine ait tarihi vesiklardan eser yoktu. Bu arada çoğu doğu Avrupa baskısı iki yüz kadar kitap ve risale saydık.
Keşişlerin ifadelerine göre; Komnenoslar tarafından verilmiş başka fermanlar ile beraber, yetmiş sene evveline kadar manastırın arşiv dairesinde muhafaza ettikleri bu ferman, son yangından kurtarılabilen son fermandır. Bunun üzerine benzer felaketlerden korumak için fermanı, diğer kıymetli eşya ile demir bir sandık içinde muhafaza etmeye başlamışlardı...” (Ömer Şen, 1840’da Sümela Manastırı’na Yolculuk, Trabzon Tarihi, 1998, 163-70).
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen